KALKINMA YARDIMLARI VE TERÖR- ANALİZ 31.10.2016

İki kutuplu dünya düzeni, Soğuk Savaş sonrası yerini çok aktörlü değişken bir dünya düzenine bıraktığında, Doğu ya da Batı bloğuna eklemlenerek ayakta kalmayı deneyen birçok devlet, birer birer istikrarsızlaşmaya, hem ulusal hem de küresel düzlemde güvenlik tehditleri oluşturmaya başladı. Özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası terör algısı kökten değişerek Müslüman ülkeler maalesef terörün ana kaynağı gibi gösterilmeye başlandı. Fakat o tarihten bu yana ABD’nin başını çektiği teröre karşı uluslararası koalisyonun mücadele yöntemleri istenilen sonuçları vermedi. Aksine terör odakları daha da çeşitlendi, güçlendi ve bu yapılarla yalnızca silahlı mücadelenin yeterli olmayacağı ortaya çıktı.

Katliamlar Gençleri DAEŞ’in Kucağına İtiyor

Bugün terörle mücadele denilince akla Suriye ve Irak’ta DAEŞ’e karşı yürütülen operasyonlar akla geliyor olsa da Afganistan, Somali ve Nijerya gibi birçok coğrafyada terör belası devam ediyor. Bugün DAEŞ’i yok edemeyen dahası güçleneceği ortamı sağlayan ya da bunun oluşması sürecinde hiçbir önleyici faaliyette bulunmayan devletlerin terör mağduru masumlara umut olması mümkün değil.

Terörle mücadele söylemiyle terörist-sivil ayrımı yapılmadan gerçekleştirilen bombardımanlar insanlar, özellikle gençler üzerinde onarılması güç izler bırakıyor. Hatta bu gençleri, örgütlerin kara propagandasının potansiyel birer kurbanı yapıyor. Felluce’de yapılan katliamın DAEŞ’e propaganda ortamı sağlamadığını kim iddia edebilir? Günümüzde Halep’te olanlar sadece Halep ve Suriye halkı değil milyonlarca insanın kalbinde bir yara açmıyor mu? Ve yine Musul’da aylarca halkı eli kanlı bir örgüte teslim eden zihniyetin bugün Musul’u kurtarma adına benzer bir mezalime sebep olmayacağını kim garanti edebilir? Terörle mücadelede büyük güçlerin ikilemleri, tutarsızlıkları ve en önemlisi samimiyetsiz yaklaşımları dünyanın geleceğini daha belirsiz hale getiriyor.

Gelişmişlikle İlgili Değil

Herkesçe malum olduğu üzere günümüzde terörizm, yalnızca ulusal ya da uluslararası bir güvenlik meselesi değil aynı zamanda kalkınmaya engel oluşturan dolayısıyla az gelişmişlik durumundan faydalanan bir olgu. Öyle ki geri kalmış ve/veya az gelişmiş ülkelerin potansiyel birer terör kaynağı olduğu, diğer taraftan ise terörün/çatışmaların var olduğu ülkelerin kalkınmada geri kaldıkları tezi, ne yazık ki, birer ön kabul haline geldi. Oysa yalnızca 2014 yılı terörden etkilenme oranları ve alınan kalkınma yardımları rakamlarına baktığımızda, bazı meselelerin sadece söylemde kaldığını açıkça görebiliyoruz. Ekonomi ve Barış Enstitüsü’nün (Institute for Economics and Peace, IEP) Küresel Terör Endeksi verilerine göre 2014 yılında terör kaynaklı ölümlerin %78’i Afganistan, Pakistan, Irak, Suriye ve Nijerya’da gerçekleşti. Yine aynı rapora göre dünya çapında gerçekleşen tüm terör saldırılarının %57’si bu ülkelerde meydana geldi. Buna karşılık kalkınma yardımları rakamlarına bakacak olursak, OECD-DAC verilerine göre, 2014 yılında DAC üyelerince gerçekleştirilen Resmi Kalkınma Yardımlarının (yaklaşık 137 milyar dolar) yalnızca ’si (yaklaşık 16,5 milyar dolar) bu ülkelere verildi.

Terörle Mücadele İddiasındakiler Silah Arzının Yüzde 60’ını Karşılıyor

Diğer taraftan bir DAC üyesi olarak ABD, örneğin Afganistan’a, en çok yardım yapan ülke olarak öne çıksa da, Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün derlediği verilere göre, dünya silah ticaret hacminin %58’ini Rusya (%27) ile beraber elinde bulunduruyor. ABD ve Rusya’nın ardından gelen 8 ülkenin payı ise toplamda yalnızca %30’a denk geliyor. Silah arzının yaklaşık %60’ını gerçekleştiren iki ülke, teröre karşı sözde mücadelenin başını çekiyor.

Bugün terörle mücadelede silahın çözümün tek yolu ya da en büyük paydaşı olduğu yanlışından dönülmelidir. Terörün yaşam alanının nasıl yok edileceği ve bu ortamların var olmasının nasıl önlenebileceği üzerine düşünülmelidir. Bunu yaparken de bütüncül düşünmeli tüm terör örgütlerinin bir şekilde birbirini besleyen yapılar olduğu unutulmamalıdır. Bu yapıların, başıbozuk bir yapılanmadan ziyade, reel-politik bir düşünceyle ve üst bir aklın idaresiyle hareket ettiği göz ardı edilmemelidir. Nasıl ki bu yapılar her türlü sosyo-ekonomik çarpıklığı, cehaleti ve asayiş problemlerini kendi lehine kullanıyorsa bizlere düşen de bu boşluğu onlara bırakmamaktır. Bu sebeple daha fazla samimiyet ve daha fazla işbirliğine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyoruz.

Temel Etkenlerden Biri Adaletsiz Dünya Düzeni

Bugün kabaca terörizmi besleyen çok temel iki neden görüyoruz. İlki; mevcut dünya düzenine bakıldığında insanlar için adaletin tesis edilmediği ve haksızlık üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Nasıl bir adaletsizlik var peki? Mevcut sistem bir tarafta güçlü ve zengin olanları haksız bir şekilde palazlandırırken diğer taraftan çok büyük kesimleri de açlığa, fakirliğe ve köleliğe itiyor. Örneğin, zengin bir ülkenin iş adamı gidiyor, Afrika’da bir ülkenin kaynakları üzerinde belli bir rant ekonomisi kuruyor, altın madenlerini, petrol yataklarını, minerallerini ve sair birçok kaynağını ayrıcalıklı bir kısım yerel insanların ortaklığıyla sömürü derecesinde işletiyor ve bu sağladığı rant ekonomisinden birkaç bin kişiyi belki faydalandırıyor. Geriye kalan milyonlarca insan açlık ve sefalete terk ediliyor. Böyle olunca da halkın içinde bu zulme tepki oluşuyor ve zamanla bir takım isyan hareketlerinin doğmasına, terör saldırılarına, ülkelerin istikrarsızlaşmasına ve giderek kontrol edilemez alanlar oluşmasına zemin hazırlandığını gözlemliyoruz. Dolayısıyla öncelikli olarak adaletin tesisi ve bunun gereği olarak da siyasetin, milletin iradesine göre tecelli etmesi gerekiyor.

Kontrol EdemezseKaos Oluşturuyor

Terörü besleyen en önemli ikinci neden ise hali hazırdaki güçlü devletlerin sahip olduğu zihniyettir. Bu zihniyet; “bir bölgeyi ben kontrol edemiyorsam, orayı kimse yönetemesin ve bölge kaosa sürüklensin” şeklinde düşünmekte ve hareket etmektedir.

Misal bugün Afganistan’a, Türkistan’a bakıldığında geçmişte en güvenilir bölgeler iken bir anda ne olduğu belirsiz, sözde İslam ifadelerini kullanarak, çarpık zihniyetli terör örgütleri ortaya çıkıyor ve bölgeyi en tehlikeli coğrafya haline getiriyor. Hâlbuki dikkatli bakıldığında buranın, kadim tarihi olan İpek Yolu ve enerji hatları üzerinde bulunan ve pek çok noktada rekabet unsuru taşıyan önemli bir bölge olması nedeniyle, büyük devletlerin bir şekilde kapışabileceği bir muharebe alanı olarak hazırlandığı bir süreci gözlemliyoruz. Maalesef büyük devletler kozlarını o bölgelerdeki kaos ve kontrol edilemeyen parametrelerle paylaşıyor. Ortadoğu’da da yaşanan hadiseler böyle okunabilir. Diğer taraftan ben kontrol edemiyorsam başkaları da edemesin mantığıyla bu muharebe meydanlarına diğer terör örgütlerinin de gitmesine göz yumuyor veya teşvik ederek orayı daha yönetilemez hale getiriyor. 1979’dan bu yana Afganistan’ın işgalinden sonraki yaşanan sürece bakıldığında ülkenin kendi kendine yetecek bütün doğal kaynaklara ve çalışkan insanlara sahip olmasına rağmen, sürekli kırılgan bir ekonomi, siyasi istikrarsızlık, terör ve cehaletle anılan bir yer haline dönüştürüldüğünü ve bunun sürdürülmeye çalışıldığını gözlemliyoruz. Maalesef bu yaklaşım Irak’ta, Suriye’de ve dünyanın birçok geri kalmış yerinde güçlü devletler tarafından bir dış politika enstrümanı olarak kullanılıyor.

Örgütler ÇıkarOdaklarınınTaşeronları

Aslında zengin ülkeler adaletsiz ve kaosu tetikleyici tavırlarıyla kendilerine dönecek bir terör döngüsünü hazırlıyor. Yani bir bölgede kurmuş oldukları o müesses nizamın yavaş yavaş çöktüğünün kendileri de farkındalar fakat kendi içlerindeki belli çıkar odaklarına karşı koyamıyorlar. Güçlü olmayan başkentleri, güçlü olmayan siyasi iradelerle, halktan aldıkları yetkilerle parlamento güçlerini tam manasıyla ekonomiye siyasete bürokrasiye yansıtamadıkları için belli çıkar odaklarının esiri oluyorlar. Bu çıkar odaklarının manipülasyonlarıyla, istihbarat örgütlerinin içerisinde ilişkiler kurduğu, terör örgütleriyle etkileşim içinde olduğu bambaşka bir dünyanın artık oluşmaya başladığını da görüyoruz. Medeni dünyanın kendi içinden çıkan çıkar odakları terör örgütlerini kullanarak zenginleşiyor, palazlanıyor, güçleniyor ve adeta dünyayı yaşanmaz hale getiriyor. Dönüp dolaşıp o geri kalmış ülkelerin insanları o modern başkentleri de vuruyor.

Tüm dünya aslında zamanında zenginleşmiş devletlerin içindeki çıkar odaklarının eskiden kalma metotlarıyla haksız rekabeti devam ettirme dürtüsünden kaynaklanan adaletsiz dünya nizamına karşı çıkmalıdır. Bundan dolayı da Sayın Cumhurbaşkanımız her vesileyle “Dünya 5’ten büyüktür” diyor.

Türkiye Kaşıkla Verip Kepçeyle Almıyor

Türkiye ve TİKA olarak sorumluluk­larımızın bilinciyle, Af­ganistan’dan Filistin’e, Somali’den Balkanlara ve oradan Latin Ameri­ka’ya kadar sadece kal­kınma işbirliği alanında değil terörün önlenmesi konusunda da faaliyet gösteriyoruz. Eğitim projelerimiz ile gelecek nesilleri yetiştiriyor, işsiz gençlerimize yönelik istihdam proje­leri gerçekleştiriyoruz. Terör ve şiddetin sebep olduğu yıkımlarda yaşlı ve çocuklarla birlikte en büyük yükü omuzlayan kadınları da unutmuyor, onlara yönelik de gelir getirici faaliyetler yü­rütüyoruz. Ayrıca gelen talepler doğrultusunda ilgili ülkelerin polis teşkilatlarına yönelik eğitimler düzenliyoruz.

Dikkat edilmesi ge­reken husus; kalkınma yardımı yapıyorum diyerek gidilen yer­lerde yeni bir sömürü sistemini kurmaya kalkışılmamalıdır. Yani kaşıkla verip kepçeyle oradan geri almaya kalkarsanız, o ülkenin değerlerini, orada bırakmak yerine insan kaynaklarını, genç beyinlerini burs verip çekerseniz, petrol kuyu­su açtık deyip petrolle­rini çekerseniz, hiçbir şekilde vergi sistemini yenilemeyip mevcut mali, hazine ve birçok politikaları o devletin çı­karlarına göre değil de kendi çıkarlarınıza göre düzenlerseniz aslında o ülkeyi kalkındırmaktan çok, yavaş yavaş fakir­leştirirsiniz. Siz sürekli zenginleşirken o sürekli fakirleşir. İşte böyle bir dünyayı reddeden bir Türkiye var bugün.

Mayamızda Diğergâmlık Var

Geçmişte olduğu gibi Türkiye, medeni­yetinin insana verdiği değer ile şerefli bir dünya anlayışını devam ettirmektedir. Kendini zengin olduğu için fakirden üstün görme­yen milletinin iradesiyle oluşan yardım anlayı­şını dünyanın dört bir yanına taşımaktadır. Ülkemiz sadece gelir oranına bakarak milli geliri yüksek olmadığı için o ülkeyi ilkel ve geri kalmış görmeyen, aksine kadim kültürleri­ne ve değerlerine önem veren, saygı duyan bütün kültürel dokula­rın, yaşam stillerinin, mutfağının ve yerel dillerinin hepsinin ko­runması için çaba sarf etmektedir. Bunların yanında kendi kültürü­nü de dayatmadan çok soylu bir medeniyet anlayışına sahip olduğu için Türkiye, bütün dünya mazlumları tara­fından din, dil, ırk farkı gözetmeksizin saygı du­yulan bir sürece doğru gitmektedir. Dolayısıyla adım adım zulmü arttı­ran bir mekanizmanın karşısında mazlumların sesi olan bir Türkiye ola­rak kalkınma yardımları süreci yürütmekteyiz.

Diğer taraftan, kırıl­gan ekonomilere sahip, az gelişmiş ülkelerde sorunların birbirini bes­leyen bir süreç olduğu da unutulmamalıdır. Adaletsiz düzen ile önce fakirleştirilen ülkeler sonra cehalet batağına ve bir takım irrasyonel süreçlere sürüklenerek terörizmin önü açılıyor ve oradaki insan unsu­runun maddi manevi sağlıksız bir şekilde yetişmesine temel teşkil ediyor. Dolayısıyla doğru kalkınma yardımı yapıldığında; kadının eğitimi, istihdamı, anne­nin gelişimi, çocuk sağ­lığı ve istihdam gibi bir sürü meseleler birbirini zincirleme tetikleyerek oradaki hastalıkların giderilmesini sağlıyor.

Tüm bunların bey­hude çabalar olduğunu elbette söyleyenler olacaktır. Ancak durum Londra’da Paris’te, New York’ta ofislerin pence­relerinden görüldüğü kadar tozpembe değil. Sahada çok farklı bir tablo ile karşı karşıya­yız. Çoğu kalkınma iş­birliği kuruluşu sahanın ihtiyaçlarını anlamadan sadece fon transferi ile bir şeyler yapmaya çalı­şıyor ve bu fonlar çoğu zaman yerine ulaşmı­yor, ulaşsa da ya yaraya merhem olmuyor ya da kötü niyetli kişilerin eline geçiyor.

Gerçek Hayat Dergisi 31 Ekim-6 Kasım