TÜRKİYE’Yİ KAZANAN, GELECEĞİ KAZANIR 24.06.2017

Türkiye’nin son yıllarda artan insani ve kalkınma yardımlarının da en büyük amacı; tüm dünyaya bu samimiyet mesajını taşımaktır. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber’in (sav) kutlu mesajına inanmanın gereği olarak, ülkemiz sadece kendisine mutluluk, başkalarına ise mutsuzluk ve gözyaşı getirecek bir dünyayı reddetmektedir. Sözde kalkındırmak için demokrasi ve insan haklarını getirmek gibi “Batı değerleri!” ile bezenmiş olanlar sahadan uzak, vitrin pozları vermeye devam ederken, Türkiye sahip olduğu inanç ve samimiyet ile karşılık beklemeden ihtiyaç sahiplerine ulaşmaya çalışmaktadır.

Türkiye, geçmişten gelen tarihi ve kültürel birikimi ile Asya, Avrupa ve Afrika’nın kesişme noktasında zengin bir medeniyet mirasına ev sahipliği yapmaktadır. Ülkemiz üç kıta ile bağlarını hiçbir zaman koparmamış olsa da, dikkatli bakıldığında ilişkilerin ağırlık merkezinde hep Batı olmuştur. Anadolu’daki bin yıllık varlığı boyunca sürekli Batı’ya yönelen Türkiye, Doğu Roma’nın (İstanbul’un) ve Osmanlı’nın bakiyesine sahip bir şekilde Cumhuriyet döneminde de Batı bloğunun ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Makul bir şekilde ele alındığında Türkiye’nin Batı için ne kadar stratejik bir ortak olduğu görülecektir. Jeopolitik konumu, canlılığı, gücü ve 1952’den bu yana NATO’nun stratejik çıkarlarına göstermiş olduğu bağlılık ile kilit role sahip olan Türkiye, bugüne kadar Avrupa ile de birçok alanda bütünleşme sağlamıştır. Ekonomik, sosyal ve idari alanlarda hayata geçirilen uyum paketleri ve yasaları, 22 yıldır devam eden gümrük birliği anlaşması, 145 milyar Avro ile AB’nin en büyük beşinci ticaret ortağı olması, NATO üyesi olarak Avrupa düzeyinde güvenlik işbirliği sistemlerine dâhil olması, Avrupa’nın enerji tedariki çeşitliliğinin güvencesi olan birçok petrol ve doğalgaz taşıma hattının kavşağında bulunması, binlerce gencin karşılıklı öğrenci değişim programları ile eğitim programlarına dâhil olması bütünleşmenin sadece bazı yansımalarıdır. Ayrıca göçmen sorunu, ekonomik kriz ve artan yabancı düşmanlığı gibi meselelerde de Avrupa’nın yükünü hafifleten en önemli çözüm ortakları arasında yine Türkiye yer almaktadır. Ortaklığın ötesine geçen bu derin ilişkilere rağmen, halen yanlış bir perspektif ile Türkiye’yi okuyor olmak ve bağları zayıflatacak adımlar atmak en son istenecek şey olacaktır. Bu anlamda, özellikle Sayın Cumhurbaşkanımızın geçtiğimiz aylarda gerçekleştirmiş olduğu Hindistan, Çin, Rusya, ABD ziyaretlerini Avrupa ile tamamlaması, içerdiği mesajların iyi anlaşılması açısından son derece önem taşımaktadır.

Kim kime yük oluyor?

Referandum süreci de dâhil olmak üzere Türkiye’nin farklı platformlarda köşeye sıkıştırılma çabası, içişlerine yapılan müdahaleler, sözde demokrasinin beşiği ülkelerde teröristlere ve darbecilere sahip çıkılması ilişkilere açıkça zarar vermektedir. Belli sıkıntıları körükleyerek Türkiye’ye karşı tavır almanın ve ayrımcı bakmanın; radikalizmin, terörün, aşırı milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının arttığı bir dönemde Avrupa’ya ne kazandıracağı merak konusudur.

Avrupa bugün rekabeti azalan ve nüfusu yaşlanan yorgun bir kıtadır. Marshall Yardımları ile tekrar ayağa kalkmayı başarmış ve AB çatısı altında ekonomik olarak etkin bir topluluk kurmuş olsa da karşılaştığı sorunlar, refahını ve değerlerini çok ciddi tehdit etmektedir. Dolayısı ile her bir Avrupalı artık kendisine daha samimi sorular sormak durumundadır. Yani gelecekten beklenti; Orta Doğu’da yaşanan savaşlar ve Balkanlar’da artan gerginlikler nedeniyle kıtanın kabuğuna daha fazla çekilmesi midir yoksa barışı çevreye yayarak, istikrar ve refah çemberini genişletmek midir? Arzu edilen şey; sahip olunan değerleri ve kurumları daha da güçlendirmek midir yoksa terör ve ırkçılık ile tüm birikimleri yok eden geçmiş savaşları ve yıkımları tekrar yaşamak mıdır? Kuşkusuz yeni bir dinamizme ihtiyaç duyan Avrupa’nın, bölgesinde kilit bir aktör olan Türkiye ile gündelik hesaplara kurban etmeyeceği, samimi ve eşit ortaklığa dayalı ilişkiler geliştirmesi bu soruların cevabını kolaylaştıracaktır. Ayrıca geliştirilecek sağlıklı ilişkiler, gerçek refah toplumu ve doğu batı arasında dengeli bir işbirliği geliştirmek için de önemli fırsatlar sunacaktır. Aksi takdirde bu alanı yeni aktörler daha etkili bir şekilde doldurmaya çalışmaktadır.

Çin, rekabeti artıran aktör

Devlet teşvikli, ihracata yönelik açık ekonomi politikalarını başarılı bir şekilde uygulayan Çin, son 40 yılda ortalama yüzde 9’un üzerinde kesintisiz büyüyerek dünyanın en büyük 2. ekonomisi haline gelmiştir. Adeta “ucuz üretim atölyesi”ne dönüşen ülke, 1,4 milyar nüfusu ve dikkat çeken yatırımları ile yakın gelecekte daha etkili olacağını göstermektedir. Özellikle yapay zekâ, robot, savunma, iletişim ve bilişim gibi ileri teknoloji sahalarına milyonlarca bilim insanı ile yapılan yatırımlar Çin’e birçok alanda sınıf atlatacaktır. Son dönemde kalkınmasını etkin uluslararası diplomasi ile de desteklemeye çalışan Çin, yaptığı küresel hamlelerle agresif olmasa da “kendi kurallarımla” varım demektedir. 14-15 Mayıs’ta Pekin’de düzenlenen, Sayın Cumhurbaşkanımızın da katılımıyla 130’a yakın ülkenin temsilci gönderdiği “Tek Yol Tek Kuşak Forumu” da bu hamlelerin en önemlisidir.

Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2013’te Kazakistan’da dünyaya duyurduğu proje, Eski İpek Yolu’nu yeniden canlandırarak, Asya-Avrupa arasında deniz ve karayolu ile geniş bir ulaşım ağı inşa etmeyi amaçlıyor. Projede en dikkat çekici nokta ise; 68 ülkede 4,4 milyar insanı (dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 60’ı)  kapsayarak, 3 trilyon dolarlık alt yapı yatırımları ile büyük bir kalkınma hamlesinin başlayacak olmasıdır. Bu anlamda, temel yatırımlara ihtiyaç duyan birçok şehrin modern altyapıya kavuşacak olması, uzun vadeli stratejik işbirliğine imkân sağlaması, kapasite birikimini artırması ve 21 trilyon dolarlık ekonomik büyüklük ile kuşak üzerindeki ülkelerde ciddi bir ticari hareketliliği başlatması fırsat alanlarından sadece bir kaçı. Projenin, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın yeniden inşasını sağlayan Marshall Yardım Planı’ndan en az 12 kat büyük olacağı düşünüldüğünde, gerçekten ekonomik etkisi oldukça büyük, küresel dengeleri etkileyebilecek bir süreç yürümektedir.

Aslında Çin, Tek Kuşak Tek Yol Projesi ile sadece İpek yollarını değil geleceğe yönelik büyük bir sistemin de inşasını kurgulamaktadır. Dünyanın “kalkınmasına!” yönelik kendi planladığı ticaret rotaları, güzergâhlar ile bölgenin hatta Batının pek çok şirketini sürece dâhil ederek hızlı bir şekilde yatırım projelerini hayata geçirmektedir. Dikkatli bakıldığında, yıllarca sömürünün ve kaynakları kontrol altında tutmanın kılıfı olarak gelişmiş ülkelerden çokça işittiğimiz “sürdürülebilir kalkınma, kazan-kazan politikaları ve kalkınma yardımı” gibi sözcükler ile Çin artık ben de meydandayım! demektedir. Fakat geleneksel aktörlerden farklı olarak Çin, ikna kabiliyeti daha yüksek, katılımı artırıcı çok daha yenilikçi bir dil ve yaklaşım sergilemektedir.

Örneğin, Birleşmiş Milletler’in açıklamış olduğu raporlarda, suiistimaller ve kara para aklama yolları ile her yıl Afrika’dan 50 milyar dolar kaçırıldığı belirtilmektedir. 1,3 milyarlık koca bir kıtanın hakkı olan bu servetin çıkış altyapısının gelişmiş ülkelerin bir takım “uzman” bankerleri, muhasebecileri, şirketleri hatta siyasileri tarafından sağlandığı artık gizli değildir. Ciddi servetlerin hırsızlığı karşısında doğal olarak, her yıl düzenlenen 3-5 milyar dolarlık dış yardım kampanyaları ile kıtanın kalkınması, insani dramların bitmesi ve Afrika’nın kurtuluşu hayal olmaktadır. Çin ise Afrika’da sefalet ve açlık kareleri ile fon toplayarak “yardım” yapmak yerine, farklı bir yol izlemektedir. Yani, ticaretini artıracak ve nüfuz alanı oluşturmaya yönelik temel altyapı yatırımları ile fakir ülkelere “yardım” götürmektedir. Geçtiğimiz günlerde Kenya’da Mombasa Limanı ile Nairobi Tren Yolu açılışları yapıldı. Benzer altyapı projelerine artık Tanzanya, Zambiya, Mozambik, Cibuti gibi pek çok Afrika ülkelerinde de rastlanmaktadır. Az gelişmiş ülkelerde “kalıcı” olan bu yatırımlar adım adım şehirleri birbirine bağlamakta, Çin için ise hammadde ve ticari ürün akışını kolaylaştıracak ticari pazarlar anlamına gelmektedir. 2017’nin ilk çeyreğinde Çin’in uluslararası büyük sanayi firmalarının kâr oranının yüzde 25 büyüdüğü hesaba katıldığında, attığı tohumların meyvesini hızla alan bir ülkeden bahsetmek yanlış olmayacaktır. 

Sihir bozuluyor mu?

İktidar coğrafyasının giderek Batı’dan Doğu’ya doğru kaydığı bir dönemde, Çin’in çok ciddi bir hazırlık içerisinde olduğu aşikâr. Fakat Çin, bu yolculuğa yalnız çıkma niyetinde görünmüyor. Özellikle kalkınma konusunda yükselen ülkeler başta olmak üzere tüm ülkeler ile işbirliğine önem veriyor. Batı’nın müftteki olagelmiş Almanya, Fransa gibi ülkeler ile sanayi işbirliği anlaşmaları yapmaya çalışıyor. Barışçıl diplomasiyi ve yumuşak gücü ön plana çıkararak Konfüçyüs Enstitüleri ile kültür, sanat ve felsefede etki alanını genişletmeye çalışıyor. Popüler kültürün vazgeçilmezi olan film ve futbol sektörlerinde ülkesini bir cazibe merkezi haline getirmeye çalışıyor... Aslında küresel düzenin her alanını doldurmaya çalışan bu girişimler; geleceğin siyasi, iktisadi ve askeri birlikteliklerinin de sinyallerini yumuşak bir şekilde vermektedir. Fakat ortada olan gerçek; Çin’in, mümkün olabilecek her şekilde ülkeler ile bağlayıcı ilişki kurarak, merkezinde kendisinin olacağı yeni bir küresel entegrasyon amaçlamasıdır. Bu anlamda, Türkiye gibi genç nüfusa ve gelişen ekonomiye sahip ülkelerin Çin ile daha fazla ortaklığa girmesi halinde, Batı’yı da rekabet açısından daha zor günler beklemektedir. İttifakların daha değerli hale geldiği bir dönemde her ne kadar Türkiye kendini Batı’nın bir parçası olarak görse de; sık sık samimiyetten uzaklaşan tavırlar karşısında yeni alternatiflerin değerlendirilmesi ve ilişkilerin gözden geçirilmesi her zaman masada durmaktadır. 

Sürdürülebilir kalkınma

1,5 asır önce Kuzey Avrupa, yaklaşık 75 yıldır Kuzey Amerika, belki yakın gelecekte Uzak Doğu ve Asya... Zenginliğin batıdan doğuya doğru kaydığına dair tartışmalar ne kadar devam eder bilinmez ama çıkarın ve gücün kutsallaştırıldığı bir sistemde vahşi rekabet sürecek, iktidar el değiştirmeye devam edecek, savaşlar ve korkular da bitmeyecektir. Tarihsel tecrübe; Batı’nın ilk tercihinin dünyanın geri kalanı ile tek taraflı bağımlılık inşa etmeye çalıştığını göstermektedir. Eğer bugünün yükselen aktörleri de benzer şekilde kalkınmacı ve daha insani görünen fakat uzun vadede asırlardır devam eden bağımlı-sömürgeci ilişkileri yeni bir şekilde kurgulamayı amaçlıyor ise vicdanlar bunu kabul etmeyecektir. Gerçek anlamda barışın ve huzurun yayılması, dünyada adaletin tesisi ve sürdürülebilir bir refah için mesele dönüp dolaşıp samimiyete gelmektedir.

Türkiye’nin son yıllarda artan insani ve kalkınma yardımlarının da en büyük amacı; tüm dünyaya bu samimiyet mesajını taşımaktır. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber’in (sav) kutlu mesajına inanmanın gereği olarak, ülkemiz sadece kendisine mutluluk, başkalarına ise mutsuzluk ve gözyaşı getirecek bir dünyayı reddetmektedir. Sözde kalkındırmak için demokrasi ve insan haklarını getirmek gibi “Batı değerleri!” ile bezenmiş olanlar sahadan uzak, vitrin pozları vermeye devam ederken, Türkiye sahip olduğu inanç ve samimiyet ile karşılık beklemeden ihtiyaç sahiplerine ulaşmaya çalışmaktadır.

Günbegün artan dertler gösteriyor ki; çok sınırlı çevrelerde yürütülmeye çalışılan kalkınma yardımları anlayışı ile dünya bir yere gidemez. Zira iflas etmiş yaklaşım ve söylemler arka planda; adaletsiz, dayatmacı, faydacı ve bencil bir siyaseti beslemektedir. Ayrıca farklı coğrafyalarda politik, askeri ve ekonomik bir takım klişe haline gelmiş gündemlere insanların dikkati sürekli çekilerek gerçek sorunların üzeri örtülmektedir. Böylece ezilen daha çok ezilmekte, güçlü ise gücünü sürekli elinde tutmak için her türlü yoldan pek çok yanlışın altyapısını hazırlamaktadır. Bu anlamda, ortaya çıkan tuhaf ve sistemin reddettiği tehlikeli kitlelerin birer birer terör oyuncularına dönüşmesinin ve terör guruplarının temelinin de çok iyi anlaşılması gerekmektedir.

Zenginin daha da zenginleştiği, adaletsizliğin giderek arttığı bir dünyada, mutlu ve müreffeh bir toplum hayal edilemez. Dolayısı ile gelecekte kimin güçlü olacağı değil, adaleti kimin sağlayacağı önem taşımaktadır. Bu noktada, gücü değil adaleti önceleyen Türkiye’nin yol arkadaşlığı değerli olacaktır.

24 Haziran 2017-STAR AÇIK GÖRÜŞ