YİNE BİR RAMAZAN VE KRİZLERİN ÇÖZÜMÜ İÇİN ÇIRPINAN BİR TÜRKİYE 07.06.2018

Filistinliler, uluslararası kamuoyu ve medyanın gözü önünde İsrail polisi tarafından avlanırcasına şehit edildiler, binlercesi de yaralandı. İsrail’in kuruluşuyla katliama uğrayan, evlerinden ve topraklarından zorla ve hileyle sürülen, kendi topraklarında mülteci, hatta vatansız hale gelen Filistinliler için “büyük felaket” anlamına gelen Nekbe’nin, üzerinden geçen 70 yıla rağmen tüm ağırlığıyla halen sürmekte olduğu bir kez daha tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildi.

 

Dünyanın giderek yönetilemez bir sürece itildiği, terörle, iç çatışma ve savaşlarla istikrarsızlıklara sürüklendiği bir dönemde, rahmet ve mağfiret ayı Ramazanı yine dünyanın kanayan yarası Gazze’den şehit haberleriyle karşıladık.

İsrail’in kuruluşunun, yaklaşık 750 bin Filistinlinin ise çok acı bir biçimde vatanlarından sürülüşünün, kendi topraklarında mülteci durumuna düşüşünün yıldönümünde, zulümleriyle barış dikte etmeye çalışanlar yine iş başındaydı.

Kudüs’ün Statüsü

Asırlardır İbrahimi dinlerin tümü için kutsal olan Kudüs’e boş yere özel bir statü verilmemiştir. Dünyanın tüm devletlerinin Kudüs’ü herhangi bir devletin başkenti olarak kabul etmemesi ve hiçbir devletin Büyükelçiliğinin Kudüs’te olmamasının bir gerekçesi vardır. Nitekim, Birleşmiş Milletler’in 1947 tarihli 181 sayılı kararı, Kudüs için BM idaresinde uluslararası bir rejim öngörmekteydi. 1948’de kuruluşuyla birlikte İsrail, önce Batı Kudüs’ü, 1967 yılındaki 6 Gün Savaşı’nda ise Doğu Kudüs’ü işgal etti. BM Güvenlik Konseyi, Ortadoğu’da adil ve sürdürülebilir bir barışın sağlanması için gerekli gördüğü ilkeleri ortaya koyduğu 242 sayılı kararında, İsrail’i 1967 savaşı sırasında işgal ettiği topraklardan geri çekilmeye çağırdıysa da, o tarihten bu yana İsrail Kudüs’ü, parlamentosu ve bakanlıklarına da ev sahipliği yapan fiili başkenti olarak görmektedir. 1980 yılında İsrail, çıkardığı Kudüs Kanunu’yla Kudüs’ün tamamını bölünmez başkent olarak ilan ettiğinde, bu karar da BM Güvenlik Konseyi’nin 478 sayılı kararıyla kınanarak, Kudüs’te diplomatik temsilciliği bulunan ülkelerden temsilciliklerini Tel Aviv’e taşıması istendi. Konseyin daimi üyesi ABD, oylamaya katılmadı, ancak kararı veto da etmedi. O günden itibaren Kudüs’te Büyükelçiliği bulunan Bolivya, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, Guatemala, Haiti, Hollanda, Kolombiya, Panama, Şili, Uruguay ve Venezuela diplomatik temsilciliklerini Tel Aviv'e taşımaya başladı. 2006'da El Salvador ve Kosta Rika'nın da elçiliklerini Kudüs'ten Tel Aviv'e geri taşımasıyla şehirde hiçbir büyükelçilik binası kalmadı.

ABD Ne Yapmaya Çalışıyor?

1995 yılında ABD Kongresi, BMGK’nın 478 sayılı kararına aykırı olarak Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan eden ve İsrail nezdindeki büyükelçiliğini Tel Aviv’den Kudüs’e taşımayı öngören Kudüs Büyükelçilik yasasını (Jerusalem Embassy Act of 1995) çıkardı. Yasada Kudüs’te kurulacak olan Büyükelçiliğin 1999 Mayıs’ına kadar kurulması gerektiği yer almakla birlikte, taşınma hususu bugüne kadar tüm başkanlar tarafından meselenin hassasiyeti ve Ortadoğu meselesinde yol açacağı kötü sonuçlar dikkate alınarak mütemadiyen ertelenmekteydi.

6 Aralık 2017 tarihinde, Osmanlı topraklarında Yahudiler için bir ulusal yurt kurulmasını vaat eden Balfour Deklarasyonu’ndan tam 100 yıl sonra ABD’nin 45. Başkanı Donald Trump, Tel Aviv’deki ABD büyükelçiliğini taşıma kararı aldığını açıkladı. Bu açıklama, Ortadoğu barış sürecine ve bölgenin ihtiyaç duyduğu istikrar ortamına vereceği zararlar bakımından tarihi, ve bir o kadar da talihsiz bir açıklamaydı. Bu taşınma, basit bir yer değişikliği değil, işgale uluslararası meşruiyet devşirme çabasının bir parçasıydı.

ABD, bölgede gerginliği artıracağını, çatışmalara sebep olacağını bile bile, uluslararası toplumun bir uzlaşma içerisinde “hayır” dediğine “evet” diyerek, dünyanın gözü önünde uluslararası hukuka açıkça aykırı kararını uygulamaya geçirerek, İsrail nezdindeki Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdı.

Filistinliler için ayrım duvarı neyse, abluka neyse bu karar da aynı mahiyetteydi. Uluslararası kamuoyunun sert tepkisine rağmen geri adım atmayan ABD’nin bu hamlesi, doğal olarak, Filistinlilerce büyük bir öfke ve mağduriyet duygularıyla karşılandı. Neticede, sivil itaatsizlik ve pasif direniş yollarıyla hak ve adalet çağrısında bulunan binlerce sivile karşı yine orantısız güç, zulüm, kan ve gözyaşı ortaya çıktı. Filistinliler, uluslararası kamuoyu ve medyanın gözü önünde İsrail polisi tarafından avlanırcasına şehit edildiler, binlercesi de yaralandı. İsrail’in kuruluşuyla katliama uğrayan, evlerinden ve topraklarından zorla ve hileyle sürülen, kendi topraklarında mülteci, hatta vatansız hale gelen Filistinliler için “büyük felaket” anlamına gelen Nekbe’nin, üzerinden geçen 70 yıla rağmen tüm ağırlığıyla halen sürmekte olduğu bir kez daha tüm çıplaklığıyla gözler önüne serildi.

Ortadoğu’daki Yangına Su Taşıyan Türkiye

İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanı sıfatıyla Sayın Cumhurbaşkanımızın daveti üzerine 18 Mayıs 2018 tarihinde toplanan Kudüs Zirvesi, yaşanan bu akıl dışı ve gayrihukuki uygulamalara bir “dur” demek bakımından oldukça önemliydi. Tüm dünyada yankı bulan zirve, pek çok bölgesel ve uluslararası kuruluşun yapamadığını başardı. Türkiye’nin duyarlılığı ve insani meselelerdeki öncülüğü sayesinde, Kudüs’ün statüsünün akıl ve hukuk dışı keyfi uygulamalarla değiştirilemeyeceği bir kez daha ortaya konmuş oldu.

Türkiye, atılan bu adımların en başta İsrail’in zararına olduğunu, BM kurulduğundan beri çözülememiş olan Filistin meselesinin son bulmasına hizmet etmeyeceğini, aksine sorunu daha da çözümsüz hale getireceğini ve bölgeyi yine yangın yerine çevireceğini her zaman olduğu gibi yine dile getirmişti. Bölgede kalıcı barışın sağlanması, çatışmaların ve krizlerin önlenmesi için en büyük gayreti sarf eden ve fedakârlık gösteren ülke Türkiye’ydi. Maalesef bu çabalar, muhatapları tarafından gereği gibi takdir edilmedi ve barış umutları umarsızca heba edilmeye devam edildi.

Mazlumların acısını dindirmek için Mavi Marmara gemisi gönderildiğinde, masum ve silahsız insanlar öldürüldü. Yaşananların acısı dinmemişken, sırf Filistinlilerin üzerindeki ağır baskının hafifletilmesi için Türkiye, İsrail’e tazminat ve özürle krizi çözme fırsatını sundu. Ancak bu kez de yapılan yardımlar iftiralarla, kara propagandalarla engellenmeye çalışıldı. Bombaların altında savaş mağduru insanlara sıcak yemek ulaştırılırken, “Yemekler ihtiyaç sahiplerine değil teröristlere ulaştırılıyor” şeklinde iftiralar atıldı. Sağlıklı ailelerin kurulduğu, insanların radikalize olmadığı düzenli bir toplum yapısında asayişin, huzur ve barışın tesis edilmesi için çabalayan ve 4000 gencin yuva kurmasını sağlayan TİKA, teröristlere destek olmakla suçlanmaya kalkıldı.

Sağlıklı bir zihinle düşünülürse, Türkiye’nin yardımlarının aslında tansiyonu nasıl düşürdüğü, krizlerin kötü etkilerini nasıl azalttığı görülecektir. Türkiye, tüm bunlara rağmen bölgede huzurun ve barışın yeniden tesisi için motivasyonunu kaybetmeden çalışmaya devam etmiş ve etmektedir. Bu Ramazan ayında da yaraların sarılması için yaralıların evlerine araçla sağlık hizmeti götürülecek, ilaç ve tıbbi malzemeler Gazze’ye ulaştırılacak, Ramazan ayı boyunca her gün 1000 aileye, toplamda yaklaşık 200 bin kişiye sıcak yemek dağıtılacak ve 12 bin ihtiyaç sahibi aileye erzak yardımları yapılacaktır. Yapılan acil insani yardımlarla özellikle Gazze’deki gittikçe kötüleşen insani durumun bir nebze olsun iyileştirilmesi hedeflenecek, uzun vadeye yayılan kalkınma yardımlarıyla ise Filistin halkının refahının artırılmasına katkıda bulunulacaktır.

Türkiye’nin bu çabaları, adalet ve barış üzerine kurulacak iki devletli bir çözümü destekleyerek, aslında bir anlamda, İsrail’in bölgedeki mevcudiyetine yönelik meşruiyet arayışlarına da cevap vermekte ve İsrail halkına da destek olmaktadır. İsrail, ayrım duvarlarıyla, yargısız infazlarla, silah ve bombalarla Filistinlileri yok etmeye çalışarak değil; adaletle, merhametle devlet yöneterek meşruiyet sağlayabileceğini artık görmelidir.

Krizlerin Son Bulması İçin Çırpınan Bir Türkiye

Adalet ve merhamet değerlerini savunmayı tarihi misyonu ve devlet geleneği olarak benimsemiş olan Türkiye, din, dil ve ırk gözetmeksizin her zaman zulmün karşısında, mazlumun yanında yer almıştır. Bunun sayısız örneğini tarihte bulmak mümkündür. 1492 yılında 200 bine yakın Yahudi, İspanya’da gördükleri baskı ve zulümden Osmanlı’ya sığınmış, huzur ve güveni bu topraklarda bulunmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudiler, toplumda ve devlette önemli görevlere gelebilmiştir. Benzer örnekleri cumhuriyet tarihinde de görmek mümkündür. Türkiye, Yahudilerin 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi zulmünden korunması için elinden gelen gayreti göstermiştir. Dönemin Marsilya Konsolosu Necdet Kent, Nazi işgali altındaki Fransa’da yaşayan ve Alman toplama kamplarına gönderilmeye çalışılan birçok Yahudi’ye kendi hayatını tehlikeye atarak Türk pasaportu çıkarmış ve onları bu zulümden kurtarmıştır. Yine aynı dönemde Türkiye’nin Rodos Başkonsolosu olarak görev yapan ve Türk Schindler’ı olarak da anılan Selahattin Ülkümen, Almanya ile Türkiye arasında bir kriz çıkmasını da göze alarak, Rodos adasından toplama kamplarına götürülmeye çalışılan Türk Yahudilerini Alman generale teslim etmemiştir. Tarihteki bu örneklere bakıldığında Türkiye’nin bugünkü çabası daha iyi anlaşılacaktır.

Türkiye’nin, kendisini ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü coğrafyada barış ve istikrarı sağlama çabalarının kıymeti bilinmeli ve bu tarihi fırsat iyi değerlendirilmelidir. Bugün bir çatışma ve istikrarsızlık merkezi olarak görülen bölgeyi 400 yıl boyunca adaletle yöneten ve farklı din ve etnisite mensubu unsurların barış ve huzur içerisinde yaşamasını sağlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasını taşıyan bir devlet, şüphesiz bölgenin bugün içinde bulunduğu çatışma ve istikrarsızlık sorununun çözümüne de çok önemli katkılar sunacaktır.

Türkiye’nin amacı hiçbir zaman başka ülkeler üzerinde egemenlik kurup onları sömürmek ve kendi bencil menfaatlerini gerçekleştirmek olmamış, bilakis, kendi ulusal sınırları haricindeki insanlar için de dünyanın daha adil ve yaşanılabilir bir yer olmasını sağlamak olmuştur. Dolayısıyla Türkiye 80 milyonu değil, 7 buçuk milyarı ilgilendiren küresel bir hedefin peşinde koşmaktadır. Bu konudaki samimiyetini, yakın zamanda Myanmar ve Bangladeş’te göstermiştir. Arakan’da katliama uğrayan ve yüz binlercesi Bangladeş’e sığınan mazlumlara Türkiye binlerce kilometre öteden kucak açmıştır. Cumhurbaşkanımız, krizin çıktığı ilk andan itibaren yoğun bir diplomasi trafiği ile dünyanın dikkatini yaşanan insani krize çekmeye çalışmış, bölgeye kendi ailesini göndererek yaraları sarmak için ülkemizin yardımlarını ulaştırmıştır. Bangladeş’e sığınarak kamplarda yaşamaya başlayan yüz binlerce mülteciye TİKA’nın sıcak yemek yardımları her gün verilmeye devam etmektedir. Türkiye’nin 5.500 kilometre öteden bu yardımları yapmakla kendi menfaatlerini gerçekleştirmeye çalıştığını kim söyleyebilir? Türkiye’nin gayreti, müesses nizamın kendi çıkarları uğruna dünyayı giderek yönetilemez bir yer haline getirme çabasına bir dur demekten başka bir şey değildir.

Türkiye-İsrail İlişkileri

Türkiye Cumhuriyeti, İsrail’le olan diplomatik ilişkilerini bölge barışına ve istikrarına katkı sağlayacak gayretlerin önemli bir parçası olarak görmektedir. İsrail’in bölge ülkeleriyle yaşadığı savaşlar ve gerilimler düşünüldüğünde, ilişkilerinin sağlıklı sürdürülmesi, İsrail’in bölgede yalnızlaşmasını da önlemektedir.

Filistin’de yaşanan her krizin ardından Türkiye-İsrail ilişkileri gerilmektedir. Türkiye’nin hassasiyeti ve insani tavrı, zaman zaman İsrail hükümetinin hoşuna gitmemekte ve bu durum iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri de etkilemektedir. Gazze’de yaşanan son krizin ardından da büyükelçilerin bir süreliğine ülkelerine dönmesi, diplomatik ilişkilerin seviyesinin düşürülüp düşürülmeyeceği sorularını akla getirmiştir. Büyükelçilerin karşılıklı olarak bir süreliğine çekilmesi doğru bir adım olacaktır; ancak diplomatik ilişkilerin uzun süreli olarak koparılması, dolaylı olarak yaşanan olayların mağduru Filistinlilere de bir yaptırım uygulanması anlamına gelebilir. Mavi Marmara Saldırısı sonrası 6 yıl süren gerginlik, karşılıklı büyükelçilerin atanmasını sağlayan anlaşma sayesinde hafiflemiş; yeniden başlayan diplomatik ilişkiler, her şeye rağmen Türkiye’nin Filistin meselesine katkı sağlamasını ve yardımlarını ihtiyaç sahiplerine ulaştırmasını kolaylaştırmıştır. Nitekim, Kudüs işgal, Gazze abluka, Batı Şeria ise kuşatma altındadır ve Filistin’e erişim yolları, gayri hukuki bir şekilde de olsa İsrail’in kontrolündedir. Bu noktada duygusallıktan uzak durmalı, aklıselim bir şekilde hareket ederek sorunları derinleştirecek adımlardan kaçınılmalıdır. Kurumlarımız da bu noktada koordinasyon içinde hareket etmeli, faaliyetlerini diplomatik misyonlarımız ve sahada aktif bir şekilde faaliyet gösteren TİKA ofisimizle istişare içinde planlamalıdır.

İsrail yönetimi, bugüne kadar hiç yapmamış olsa da, artık uluslararası toplumun sesine kulak vermeli ve Filistinlilere uyguladığı bu zulmü durdurmalıdır. Tarihte en fazla sürgüne uğramış olan milletin temsilcileri, geçmişte yaşadığı acıların aynısını bugün başkalarına yaşatmamalıdır. Diğer taraftan, krizi derinleştiren, insanları tahrik eden ve bölgeyi istikrarsızlığa sürükleyen bir ülkenin “arabulucu” rolünü üstlenemeyeceği artık görülmelidir. 100 yıldır barışa hasret kalan Kudüs’te geçmişte olduğu gibi değişik inançların mensupları barış ve huzur içinde yaşamalıdır.

Kuşkusuz, insanların özgür ve güvenli bir şekilde hareket edebildiği ve ticaretin canlandığı her beldeye barış gelecektir. TİKA’nın misyonu da, gittiği beldelerde mevcut ekonomik kalkınma altyapısını güçlendirerek barış ve huzur ortamını korumak, bozulan yerlerde ise düzenin tekrar tesisi için çalışmaktan başka bir şey olmamıştır.